Fotoğraf: Deniz Özayvaz
“Çok güzel, büyüleyici ama
aynı zamanda yıpranmış ve yalnız bir kadın İstanbul.”
Benim gibi insanlar konusu İstanbul olan bir röportaj yapmak istedikleri zaman, genellikle şairlerle veya yazarlarla konuşmak istiyor İstanbul’u. Daha naif, daha zarif, daha güzel oluyor sanki o zaman her şey. İstanbul’a daha yakışır bir sohbet geçiyor iki insan arasında. Tepeleri gibi ferah, denizi gibi mis kokulu, manzarası gibi doyulmaz oluyor konuşma o vakit. O yüzden İstanbul’u düşününce aklıma gelen ilk isimlerden biri olan Yelda KARATAŞ’ın yanında alıyorum soluğu. Kendisi için serseri ve iflah olmaz dese de bana her daim çok narin gelen bir kadın olan Yelda KARATAŞ, tüm zarifliği ve muzurluğuyla İstanbul’u andırıyor bana.
14 Ocak 1954 tarihinde Zonguldak’ta doğmuş. İstanbul Kız Lisesi’ni parasız yatılı okuyup, Galatasaray Üniversitesi İşletme Bölümü’nden mezun olmuş. Önceleri radyoculuk yapmış, daha sonra reklam sektöründen ilerlemeye karar vermiş. Birkaç sene yönetmen olarak çalıştıktan sonra eğitim danışmanlığı yapmış. Çeşitli yerlerde öğretim görevlisi olarak da çalışmış. Şimdilerde Yeditepe Üniversitesi’nde lisans ve yüksek lisans dersleri veriyor. Tüm bunları yaparken şiir ve öykü yazmaktan geri kalmamış. Belki de en ön planda olan kısmı şairliği. Yazdıkları birçok ödül almış. Aynı zamanda Sezen AKSU, Can ATİLLA gibi isimlere şarkı sözleri de yazmış Yelda KARATAŞ. Tam bir sanat aşığı. Maviye ve yeşile tapıyor. Denizin ve ağacın olmadığı hiçbir yerde nefes alamadığını söylüyor her seferinde. En çok şiire âşık. Bir de İstanbul’a. Durum buyken bu söyleşiyi başka kimle yapabilirdim ki?
Ona çok uyan bir yerde yapıyoruz söyleşiyi. Rengârenk kıyafetlerin, makyaj malzemelerinin, takıların olduğu ufak bir butikte buluşuyoruz. Kahvelerimizi alıyoruz, fonda manidar bir şarkı. Bob MARLEY’den ‘One More Cup Of Coffee’ şarkısını açıyor başlamadan hemen önce yüzünde kocaman bir gülümsemeyle.
“Hem verdiğiniz derslerde, hem sohbetlerimiz esnasında İstanbul ile ilgili birçok şey söylüyorsunuz. En çok da bu şehre âşık olduğunuzu. Ben de söz konusu İstanbul olunca, sizinle konuşmak istedim.” diyorum. Bana en son dersinde öğrencilerine de İstanbul konulu bir ödev verdiğini söylüyor Yelda Hanım. Güzel bir tesadüf olduğunu düşünüyoruz ikimiz de. İstanbul konulu bir reklam metni yazmalarını istemiş öğrencilerinden. Neler çıkacağı konusunda fazlasıyla meraklıydı. Bense güzel şeyler okuyacağından emindim. Söz konusu Yelda KARATAŞ olunca aksi mümkün olmuyor bana kalırsa.
Bu kısa sohbetin ardından röportajımız başlıyor. Yelda KARATAŞ o kadar sıcak ve doğal ki zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyor insan.
Yelda KARATAŞ kimdir, diye sormayacağım size; ama röportajı okuyan insanlar eminim merak edeceklerdir. Herkesin bildiği gibi Zonguldak doğumlusunuz. Orada doğup büyüdünüz. Hikâyenin bilmediğimiz kısmı İstanbul’a nasıl geldiğiniz.
-İstanbul’a gelişim çok ilginç benim. Zonguldak’ta ilkokulu okudum. Geleceğimin parlak olduğunu söylerlerdi. Çok erken okuma yazma söken ve çok başarılı bir öğrenciydim. Okuduğum okulun müdürü bunu gördü ve babamı çağırdı ve benim eğitimimle ilgili ne yapmayı düşündüğünü sordu. Babam da işçi benim…
Zengin bir ailenin çocuğu değildiniz yani.
-Evet kesinlikle. Zengin bir ailenin çocuğu değildim. Babam, müdüre gücünün yettiği kadar okutacağını, üniversite için ne yapacağını bilemediğini söyledi. Ama tabii ki çocuğunu okutmak derdindeydi. Kara kara düşünüyordu eğitimimi.
Bu kısımda müdür giriyor devreye sanırım?
-Aynen öyle. Müdür dönüp babama “Parasız yatılı sınavlarına sokalım bu kızı.” demiş. Tabii ben ezcümle bir süreç içerisinde parasız yatılı sınavlarını kazanarak İstanbul Kız Lisesi’ne geldim. Ortaokulda da kazandım o sınavı, babamın maaşı çok yüksek çıktığı için reddettiler. Ama ben orayı da iftiharla geçince, okulun müdürü babamı çağırdı. Bir daha sınavlara girdim yine birinci oldum. Tekrar burslu okumaya başladım. Sonrası da böyle devam etti. Benim İstanbul’a geliş öyküm böyle.
Füruzan’ın Parasız Yatılı hikâyesini andırdı bana yaşadıklarınız.
-Aynen kızım. Füruzan’ın Parasız Yatılı öyküsünü 1970’lerde yatılı okuduğum okuldaki bir hoca bizlere armağan etmişti. Kitap bende hala durur. Orada, “Sizi anladık üvey babacım.” diye biter öykü. Olağanüstüdür. Hayatımı değiştiren kitaplardan bir tanesidir açıkçası. Çok severim.
Biraz buruk, biraz kırık geldiniz İstanbul’a yani.
-Kesinlikle.
Pekâlâ, yurtiçinde ve yurtdışında birçok yere gittiniz muhakkak. Bir kıyaslama yapacak olsanız gittiğiniz yerlerle İstanbul arasında, burada olup da oralarda olmayan herhangi bir şey gördünüz mü? Yoksa diğer yerlerde de bu şehirdeki gibi miydiniz?
-İstanbul’da bir kere benim anadilim konuşuluyor. Ben bir yazar olduğum için, anadilimin konuşulduğu yeri tercih ediyorum tabii ki. Ama onun dışında şöyle bir şey var. Yurtdışına gittiğimde, -aslında herkes için böyle de kimse itiraf edemez.- Türkiye’yi değil de İstanbul’u özlediğimi fark ediyorum daha çok.
Neden peki?
-İstanbul’da bir kere benim çocukluğum var. Diğer yerlerde olmayan… İstanbul’da benim gençliğim var. İstanbul’da benim orta yaşlılığım ve yaşlılığım var. Yani ben on bir yaşından beri İstanbul’dayım. Çocukluğumun ilk dönemi hariç, İstanbul’da neredeyse bütün hayatım var. Benim bir kitabım var biliyorsunuz, İstanbul Bir Dişi Orospu, Beyoğlu Altın Dişi diye.
Evet evet, ondan da bahsedeceğiz zaten. Peki, yaşantınız dışında değerlendirdiğinizde ne düşünüyorsunuz İstanbul’la ilgili?
-İstanbul’un bir de kendine ait bir tarihi var ki büyüleyici bir tarih ve coğrafya. O nedenle bu kentin olağanüstü hali ve hayatımın geçmiş olması birleşince, İstanbul vazgeçemediğim bir kent haline geliyor benim. Başka bir yerde yaşamayı hayal bile edemiyorum. Kısasürelerle kalabilirim, ama uzun süreli değil. Özleminden duramamgibi geliyor. Öyle düşünüyorum. Çünkü dişi bir kent ve burayı gerçekten çok seviyorum.
Kavafis, “Bu şehir arkandan gelecektir.” derken ne güzel söylemiş.
-Evet, ne güzel geldi aklına öyle. Ben nereye gitsem İstanbul arkamdan geliyor.
Biraz evvel İstanbul’un tarihsel bir dokusu olduğundan ve sizi çok etkilediğinden bahsettiniz. Günümüzde ne kadar değer veriliyor sizce bunlara? Bu tarihsel doku ne kadar muhafaza edilebiliyor?
-Tarih bilgisi ile tarih bilincinin farklı şeyler olduğunu düşünüyorum. Bir konu hakkında bilgi sahibi olmak, belki o konunun kendisiyle ilgili bilinçlenmenin ilk adımıdır. O konu hakkında bilinçlendikten sonra heyecanlanmaya başlıyorsun. Yani, bilinçlenmek bilginin ötesinde bir adım. Dolayısıyla, İstanbul hakkında birtakım bilgilere sahibiz ama o bilgilerin ne kadar değerli olduğuna dair yüksek bir bilincimiz yok. Olmadığını düşünüyorum. Bana göre, tarihsel dokunun insanlar üzerinde yarattığı duygunun da bilincinde de değiliz. Bu yüzden bu dokunun hak ettiği değeri gördüğüne de inanmıyorum açıkçası.
Peki, bu farkındalık nasıl yaratılabilir sizce?
-Tabii, bu doğumla başlayan bir şey diye düşünüyorum. Şimdi bilinçli anneler nasıl çocuklar daha karınlarındayken çok sesli müzik dinletiyorlar ve bunun sonuçlarını görüyorsak, bu durum da hemen hemen benzer. Çünkü insanoğlu ana rahmine düştüğü andan itibaren yaşam başlıyor, canlılık başlıyor. Onun için evde ve evin dışında sosyal çevreyle oluşan ve gelişen bir şey bu farkındalık. Çünkü bilinci yaratan toplumdur. Bu bilincin toplumla verilebileceğine inanıyorum. Üstünkörü eğitimlerle değil. Gerçek bir tarih bilinci yaratma amacıyla oluşturulacak bir eğitimle verilebileceğine inanıyorum. Bunları hep söylüyorum bir eğitimci olarak da. Bizde insanların çok sesli müzik dinlemeleri, sinemaya gitmeleri, tiyatroya gitmeleri, yani kültürel seviyelerinin yüksek olması beklenir mesela. Bunları yapmayanlar, gelir düzeyleri düşük olduğu için bunlardan faydalanamadıklarını savunurlar. Aksine devlet tiyatroları çok ucuza kapılarını açıyor. İnsanlar evlerinde de dünya sinemalarından örnekler izleyebiliyor. Bunları yapmamalarının tek nedeni ekonomik yetersizlik değil, estetik ve kültürel bilincin onlara çok erken yaşta verilmemiş olmasıdır. Düşünün, ilkokulda yasaksavar bir sistemle haftada bir saat müzik dersi görüyorsunuz. Çok komik gerçekten. Yine seçmeli resim dersi görüyorsunuz. Eee, sinema dersi ya da estetik dersi zaten görmüyorsunuz. Sanat
Tarihi diye uydurma, tarihsel bilgi aktarımını içeren bir ders oluşturulmuş. O da saçma. Hiçbir hocanız alıp sizi bir konsere, bir müzeye götürmüyor mesela.
Siz bu konuda en son ne yaptınız peki?
-Burada üniversitede, çocukları İstanbul Modern’e götürdüm. Kapısından içeri girerken birkaç öğrencim hayatlarında ilk defa bir sergiye gidiyorlardı. Düşünsenize yirmili yaşlarda çocuklar bunlar. Burada ailenin ve toplumun kötü niyetli olduğunu düşünmesem de masum olduklarını da söyleyemeyeceğim. Onun için, ne veriyoruz ve ne bekliyoruz önce bunu bilmemiz gerekiyor.
Bu durum toplumsal bilinçle alakalı bana kalırsa. Biraz evvel söylediğiniz gibi ilkokulda başlayan bir süreç söz konusu. Haftada birer saat resim ve müzik gibi estetik bir farkındalık yaratabilecek dersler konuluyor, ama ne fayda? Hem öğrenciler, hem aileler ve en acı tarafı bu dersi veren insanlar oldukça gereksiz konular olduğunu savunuyorlar. Durum buyken, herhangi bir estetik bilinç ve kaygı sahibi olamıyor insanlar. Yaşadığı şehrin güzelliklerinin farkında olamamaları bundan kaynaklanıyor sanırım. Dolayısıyla sevmiyorlar İstanbul’u.
-Yaşadığın şehri sevmenin onu tanımakla da ilgisi var. Şehri bilme, gezme şansına da sahip değiller. Daha metro yakın zamanda hayatımıza girdi. Halbuki en orta düzeyde ülkelerde bile çoktan metro vardı. İstanbul’un bir yerinden bir yerine ulaşmak acı çekmek demek. Arabanız varsa da ulaşamıyorsunuz gerçi. Metropollerin tabii ki trafik sorunu var ama dünyada gördüğüm bütün metropollerin içinde en ağır trafik sorunu olan kentlerden biri İstanbul.
Bu da şehir planlamasıyla alakalı sanırım. Gerçekten çok acı bir vaziyette.
-Kesinlikle. Çarpık kentleşmenin en acı örneklerinden biri İstanbul. Garabettir resmen. Benim içim acıyor bakarken. İstanbul’un çeşmeleri ölmüştür mesela. Eski mezarlıklar aralara sıkıştırılmıştır. Meydanları bomboş, yeni baktım Taksim’e. Yerler bomboş bırakılmış, en ufak bir sıcaklık yok. Bu kent, giderek soğutulmaya başlayan bir kent. Direniyor bu dişi. Onu geneleve düşürmememiz için direniyor.
Umarım başarabilir.
-Yani, ben İstanbul’dan umutluyum. Çok umutluyum. Bir de sizin kuşaktan çok umutluyum İstanbul’a dair. Doksan kuşağı sanılanın aksine bence büyük değişimleri gerçekleştirebilecek bir kuşak ve yapacaklardır. Ben sizlerle içli dışlı yaşadığım için çok fazla şey öğrendim sizden. Eğitmenliğin de her zaman yeni bir şeyler öğrenmek demek olduğunu düşünüyorum. O nedenle de çok umutluyum ve boş bir umut değil bu. Tanıdığım bir kuşaktan söz ediyorum. Birçok şeyi değiştirecek İstanbul’da ve bir sürü kentte.
Açıkçası ben de bizden umutluyum. İnanıyorum bir şeyler yapabileceğimize. Geçmiş sizin ellerinizde şekillendi, bundan sonrası bizim yaşamamız gereken bir süreç.
-Katılıyorum evlat.
Geçmişe ve şimdiye baktığınızda, İstanbul’da sizin için en önemli yerler nereler?
-En özel yer… Bir sürü özel ve önemli yer var aslında benim için. Ama kentin ilk kurulduğu yer hiç kuşkusuz Pera ve ona bağlı olarak Beyoğlu. Galata Kulesi’nin olduğu yer… Bir kere tarihi dokusu olağanüstü oranın. O tarihi doku beni çok heyecanlandırıyor. Onun dışında Setüstü’nü çok severim. Deniz görür. Kuzguncuk, Beylerbeyi bana çok insana yakın ve sıcak gelir. Fındıklı’da ayaklarımı denize karşı uzatıp oturmayı çok severim. Boğaz’ı izlemeyi çok severim. Zaten Boğaziçi Ece AYHAN’ın dediği gibi bir ırmaktır. O ırmağı çok seviyorum. O ırmağı görebildiğim her yeri çok seviyorum. Eyüp Sultan’ı da çok severim mesela. O mezarlıktan, tepeden denize bakmak beni çok mutlu eder.
“Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul.” diyorsunuz yani.
-Azizdir İstanbul evet. Aziz bir kenttir. O kadar doğru yakalamış ki şair. Tepeden bakılınca çok güzel bir kent İstanbul. Çünkü tepeli bir kent ve boşuna seçilmemiş bir kent. İnsana çok yakın. Bir de mevsimlerini çok seviyorum İstanbul’un. Her mevsimin onun koynunda güzel olduğunu düşünüyorum.
Ben de tam onu soracaktım size. İstanbul’a en çok yakıştırdığınız mevsim ne peki?
-Ben İlkbahar’ı seviyorum. İstanbul’a çok yakışıyor o mevsim. En yakışan mevsim bence. Çünkü evinizin nerede hangi semtte olursa olsun bir köşesinden döndüğünüzde bir erkenci bahar ağacıyla karşılaşabilirsiniz.
İstanbul’un o hayat dolu halini seviyorsunuz.
-Evet. Doğaya yürürken kentin damarlarına da yürüyor sanki o mevsim ama bir yanıyla da yine büyük ustalardan birinin dediği gibi lağımlar anasıdır İstanbul. O kirliliği ve kokusunu da çok ağır duyabildiğiniz bir mevsim İlkbahar ama yine de güzel. İstanbul, İlkbahar’dan da güzel. Her yeri apayrı güzel. Üsküdar, Kanlıca, Çamlıca…
“’İstanbul, onsuz olmaz.’ diyebileceğiniz bir şey var mı peki?” diye soracaktım ama Boğaziçi’nden ve denizden o kadar bahsettik ki cevap sanırım ortada.
-Evet, en çok denizini seviyorum.
Neden peki?
-Çünkü ben Zonguldak’ta denize bakarak büyüdüm. Balkonumuz denize karşıydı. Çocukluğum deniz ve liman görerek geçti. O yüzden de şimdi Beyoğlu gibi bir yerden Kartal’a taşındım. Denizsiz bir İstanbul hayal bile edemiyorum ben. Mesela beni Ankara’da üstüne para verseler yaşatamazlar. Nefret etmiyorum, ama yaşayamam.
Şaire sormuşlar ya “Ankara’nın nesini seversin, üstad?” diye. “İstanbul’a giden trenlerini.” demiş. Sizinki de o hesap biraz.
-Eyvallah, ben de öyle. İstanbul’a dönüşünü seviyorum oranın. Ege için aynı şeyi söyleyemem. Orayı da çok severim, çünkü denizi var. Biliyorsunuz, Kalbim Ege’de Kaldı şarkısının söz yazarıyım. Oranın yeri bende başkadır, ama İstanbul hepsinden başkadır.
En güzeli. İstanbul’un denizinin insana huzur veren bir yanı var. Başka hiçbir yerde bulamayacağınız türden bir huzur bu. Gecesi ayrı güzel, gündüzü ayrı.
-Kesinlikle katılıyorum. Günlerce oturabilirsiniz. Ben Beylerbeyi’nde oturdum iki yıl. Her gün oturup denize bakardım saatlerce. Çünkü denize bakmak insanı özüne yaklaştırıyor. Bende şey duygusu uyandırır… En sevdiğim koku kesilmiş çimen kokusudur. Denizin kokusu da öyle. Denizin gözünüzü kapattığınızda da kendini hissettiren bir kokusu var. Bunu en güzel duyduğunuz yer Boğaz. Ben okyanusları da gördüm, başka denizleri de. Yine de o kirliliğine rağmen Marmara’nın kokusu hiçbir yerde yok. Kurban olsunlar valla.
Böyle söyleyince geldi aklıma. Yavuz TURGUL’un yönetmenliğini yaptığı bir film var. Eşkıya… Orada çok sevdiğim bir sahne var benim. Şener Şen, İstanbul’u dinleyeceğini söyleyerek sokağa çıkıyor ve kendini şehrin akışına bırakıyor. Siz, İstanbul’u dinlemek isteseydiniz gideceğiniz yer neresi olurdu?
-Mezarlıklar. Artık ancak oradan duyuluyor İstanbul. Başka hiçbir yerde sessiz, dingin bir tını bulamazsınız. İstanbul’u ancak sessizliği ve dinginliğiyle dinleyebilirsiniz oysa. Bir kent sessiz olduğunda o ince mırıltısını duyabilirsiniz oradaki yaşantının. Sevgili Orhan VELİ’nin duyduğu İstanbul ile şimdiki İstanbul çok farklı. Artık iplikçiden gelen başka sesler var. Kasımpaşa’dan gelen o önlenemez uğultuları duyuyorsunuz. O ses de insanın genzini yakıyor ve o sesi her gün duyuyoruz. O kadar yüksek ki kulaklarımız sağırlaşmış artık. Duyduğumuzun farkında değiliz. Bu yüzden
İstanbul’un kendi sesini dinlemek istiyorsanız, evet mezarlığa gitmeniz lazım. Öyle düşünüyorum.
İtiraf etmek gerekirse hiç mezarlık diye bir cevap beklemiyordum. Çok çarpıcı bir cevap oldu bu.
-Yaşadığımız gerçeklik oldukça çarpıcı bir gerçeklik zaten.
İstanbul Bir Dişi Orospu şiirinden bahsedeceğim birazdan, ama ondan önce sormak istediğim başka bir şey var. Birçok şair şiirlerinde İstanbul’u kadınlara benzetiyor. İstanbul’u bir kadın olarak tasvir etmenizi isteseler, ne derdiniz?
-İstanbul, zaten dişi bir kent. Erkek kentler de var. Mesela Londra dişi bir kent değil, erkek bir kent bence. Hiçbir cazibesi yok. Yuvarlakları yok bir kere. İstanbul’un yuvarlakları var. İstanbul sıcacık, şefkatli, derin bakışlı bir kadın bence ve gerçekten kötü yola düşürülmüş. Erdemi elinden alınmış ve erdemini geri isteyen bir kent bence. Bu kadar ihanet görmüş, bu kadar baskılanmış ve bu kadar örselenmiş bir kadın yüzü daha var mıdır dünyada bilmiyorum. O şiirde dediğim gibi üstünden tramvay dizeleri geçmiş bir şehir burası. Ve yalnız kalmış vahşi bir çocuk. Artık kimseye de güveni kalmamış. Herkesin ihanet ettiği bir kadın. O yüzden çok yalnız olduğunu düşünüyorum ve içim hem şefkatle hem garip bir acımayla doluyor. Ama bunun böyle gitmeyeceğini düşünüyorum.
Yani çok güzel, büyüleyici ama aynı zamanda yıpranmış ve yalnız bir kadın İstanbul.
-Yalnız bırakılmış bir kadın. Hak etmediği bir biçimde.
İstanbul Bir Dişi Orospudur şiirini yazmanızın sebebi bu muydu peki?
-Bu duygulardı evet. Bir gün Fındıklı’da gidiyordum. Öyle garip şeyler görüyorsunuz ki. Bir kere çok kötü bir döner kokusu sardı etrafı. Kokusu değişti artık İstanbul’un. İstanbul’u dinlerken, o iğrenç et kokusunu da duymaya başlıyorsunuz. Ve o kötü kokular her taraftan burnunuza geliyor. Bünye olarak tepki gösteriyorsunuz haliyle. Bu kadar güzel bir kente böylesi kötü davranmak hakikaten gencecik bir kızı evlenme vaadiyle kandırıp orospu yapmak gibi bir şey bana kalırsa. Çünkü o inanmaya hazır. Meraklı gözlerle insanlara bakıp yardım istiyor ama her gelen ırzına geçiyor. Şimdi de kadınlarımıza yapıyorlar, biliyorsunuz. Bir de kendi rızasıyla diye savunuyorlar. Aynı tavrı şehre de sergiliyorlar. İnsan coğrafyasına nasıl davranıyorsa, kadınına da öyle davranıyor. Bir kente nasıl davranıyorsa, yataktaki karısına da öyle davranıyor. Onun için kadınına ne kadar hakaret ediyorsa kentine de o kadar hakaret edebiliyor. Aşağılayabiliyor. Bence İstanbul’u erdemsiz bir kadına çevirdiler. Bu durumdan çok şikâyetçiyim. Bunu insanların gözlerine sokmak için yazdım. Yoksa İstanbul’un ruhu öyle bir ruh değil. Öyle bir İstanbul yok aslında. Onu biz bu hale getirdik.
Peki, bunun sebebi ne sizce?
-Aa, bunun sebebi kapitalizm.
Eski İstanbul ve şimdiki İstanbul’u karşılaştırdığınızda ne görüyorsunuz? Önceki fotoğraflarla şimdiki fotoğrafları karşılaştırdığınızda çok farklı iki manzara çıkıyor karşımıza. Önceki Beyoğlu ve Taksim önceden daha sıcakken, şimdi daha soğuk. İnsana kendini yalnız hissettiriyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?
-Kapitalizm, ilk dönemlerinde feodal topluma göre daha ilerici olan bir sistem olduğu için vahşi ve insanın giderek kendine yabancılaşmasını bu kadar hızlandıran bir yapıya dönüşmemişti. Dolayısıyla İstanbul’un yedi ana dili vardı ve bu şehrin içinde insanlar dillerini özgürce kullanabiliyorlardı, dolaşabiliyorlardı. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u ilk alan adam, ilk insan hakları bildirgesini de yazan adam. Kardeş katlini ilk onaylayan da adam gerçi.
İroni dolu.
-Gerçekten öyle, ama özgürlük zorunluluğun tanınması ise eğer, bu zorunluluktan dolayı iktidarı korumak gerektiğini bildiği için yapıyor. İkinci Bayezid’e de Cem Sultan tahtı paylaşmayı teklif ettiğinde iktidarın tek elden yürütüleceği söyleniyor ki İkinci Bayezid biliyorsunuz tasavvufçudur. Yani öyle birilerini öldürmek isteyen bir adam değil ama devlet mekanizmasının, erkin tek elde olması gerektiğini çok iyi biliyordu. Sistem bunu gerektiriyor. Sizin toplumsal yapınız neyse bilinciniz de ona göre oluşuyor. Demokrasi anlayışınız da ona göre oluşuyor. İstanbul’un da alındığı zaman padişah Galata’ya dokunmuyor. Ekonomik koşulların gerektirdiği şey neyse onu yapıyorlar. Ama şimdi şöyle bir şey var. Kapitalizm ilerledikçe, vahşileştikçe ulus-devlet, milliyetçilik karakterine baskın halde sürdürdükçe ister istemez İstanbul’da çarpık bir kapitalistleşme başlıyor ve göç alıyor. En önemlisi o. Çünkü bir tarım toplumu olan bu ülkede tarım bitiyor. Zeytin ağaçları kesiliyor. Neden? Amerika’dan gelecek zeytinyağları satılsın diye.
İşte bunlar hep Amerika’nın oyunları.
-Katılıyorum. Her yerde parmakları var. Dolayısıyla İstanbul da bu işlerden en ağır şekilde nasiplenenlerden oluyor. İstanbul’un eski günlerindeki İstanbulluluk ortadan kalkıyor. Artık İstanbul bir yandan metropolleşirken, bir yandan da benim ‘İstanbul Bir Dişi Orospu isimli kitabımda yazdığım gibi Anadolu’nun başkenti oluyor. İnsanlar buraya kendi kültürleriyle geliyorlar. Kendi kültürleri ve İstanbul kültürü arasında ezilerek, bir başka kültür yaratıyorlar. Bu da İstanbul’u giderek kimliksizleştiriyor deyim yerindeyse. Kişiliğini de kimliğini de yitiriyor İstanbul. Garip bir yere doğru gidiyor. New York’un bile kendine ait bir metropol kişiliği vardır, İstanbul’un bunu kazanabileceğinden şüpheye düşüyorum kimi zaman.
Sizce kapitalizmin dokunamadığı kentler var mı?
-Hayır, yok öyle bir şey.
Her yer İstanbul kadar kimliksiz bir halde mi o zaman?
-Tabii şimdi gözünüzü kapatayım ben sizi Gaziantep’e götüreyim ve çarşısında gözünüzü açayım. Sonra tekrar gözünüzü kapatayım Kayseri’nin çarşısına getireyim. Gözünüzü açtığınızda aynı yerde olduğunuzu zannedersiniz. Çünkü kent dokuları belli bir standardizasyona oturtuldu. Fotokopi gibi. Her biri diğerinin aynı. Aynı kent dokusunu gören insanlar, birbirinin aynı olmaya başlarlar. Dünyanın en vahşi hali, birbirinin aynı olan insanlarla kurulur. O yüzden, İstanbul’da yapılanan her yer Anadolu’da herhangi bir kentin çarpık dükkânları ve bankalarıyla, yani tüketim toplumuna akış tutan mimarisiyle oluşmuş aynı farksız dokulardır. Dolayısıyla da insanın insanla ilişkisini metanın değişim değerine indirgemiş bir toplumda İstanbul’un yüzü de giderek vitrinlere düşen canlı mankenler gibi yoz bir tarihe dönüyor.
Evet, gün içinde kim bilir kaç güzellik görüyoruz ama bakmıyoruz.
-Fark etmiyoruz. Çeşmelerin farkında değiliz işte. Çeşmeler bitmiş gitmiş. Sokağımızdaki güzelim ağaçların farkında değiliz. İstanbul’un bir tek ağaçlıklı yolu kaldı, o da Beşiktaş’ta. Çok dertlenir gibi anlatıyorum, ama gerçekten kötü bir kentleşmeye doğru gidiyoruz.
İstanbul Bir Dişi Orospudur şiiriniz gerçekten bu duruma çok uygun.
-Sanırım öyle.
Hiç şüphesiz, şiir okuyana ait. Siz hep “Şiir, okuyanın aldığı anlam ve hazla değerlenir.” dersiniz. Bunu elbette biliyoruz, ama siz bu şiiri yazan kişi olarak o şiire ne anlamlar yüklüyorsunuz?
-Şunu anlatmaya çalıştım. Biliyorsunuz aslında bir kitap o. Nazım Hikmet’in ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’, Haydarpaşa Garı’nda başlar. Orada göçün ilk yılları anlatılır. Ben, o göçten sonra İstanbul’a gelen insanların ne olduklarını merak ettim. Nasıl öteki olarak hayat sürdürdüklerini anlamaya, anlatmaya çalıştım. Orada üç öykü var zaten. Yani aslında öykülerin bir nevi şiirleştirilmiş hali o kitap.
Şöyle diyorsunuz o kitapta. Beni çok etkilemişti. “Oysa bin kez ihanete uğramış. Nüfus kâğıdı tarihten dönen çok babalı bu çocuk, bir garip annenin kızıdır. Dokunuldukça teni acır.” O kadar acılı yazmışsınız ki şiiri, insan okuyunca sarsılıyor.
-Ama acı duyuyorum ben İstanbul’dan bahsederken. Hilmi YAVUZ der ya “Hüzün ki en çok yakışandır bize.” diye. Hüzün duygusuna karşı değilim. Hayatımız hüzün içinde evet doğrudur, ama hüznün garip ve uyuşturucu bir yanı vardır. Acı öyle değil. Acı keskindir. Acıdan uyuştuklarını söylerler, yalandır. Acı diriltir insanı. Sevinç gibi. Derin acı zaten dipdiri kılar. Ben İstanbul’a baktığım zaman acı duyuyorum. Dolayısıyla da keder duyuyorum. Hiç hüzünlü, buğulu falan bakmıyorum İstanbul’a. İstanbul’un yüzü kan içinde.
O yüzden bu kadar dirisiniz. Savaşıyorsunuz.
-Evet evet. İnşallah kazanacağım.
Peki, son olarak İstanbul hakkında onlarca şiir yazıldı, şarkı söylendi, kitap yazıldı; birçok film çekildi. Sizce İstanbul’u en iyi anlatan şiirler, şarkılar, yazarlar veya filmler neler? Önerebileceğiniz bir şeyler vardır muhakkak.
-Tevfik FİKRET’in şiirini çok seviyorum.
Sis şiiri?
-Evet. Şairliğini çok sevmem, ama Sis şiirini çok seviyorum. Bozulmaya başlayan, gerçek bir İstanbul’u anlatır.
Rembrandt’ın Çocuk Oyunları şiirini andırıyor sanki biraz…
-Kesinlikle katılıyorum. Garip bir ironiyle yazmış o şiiri.
En iyi anlatan filmler için ne diyebilirsiniz peki?
-Valla, şu an aklıma Yavuz TURGUL’un Muhsin Bey filmi geliyor. Bence aşılması çok zor bir film. Bence bir kent insanıyla kimlik kazanır. İstanbul’un ve insanının ne hale geldiğini en iyi anlatan filmlerden biri. Oyuncularıyla da çok başarılı. Çok severim. Hemen onun arkasından tabii, Uzak. Yine hem bizim kuşağı, hem de bizim kuşağın İstanbul’daki halidir. O filmi sayabilirim.
Afişinde de bir İstanbul silueti vardı yanlış hatırlamıyorsam. Nuri Bilge CEYLAN çok yaşasın.
-Evet bir İstanbul silueti vardı tanıtım afişlerinde. Ayrıca kesinlikle katılıyorum. Benim de çok saygı duyduğum bir yönetmen kendisi.
Şarkı desek?
-Şeyi çok severim. Şimdi İstanbul’da Olmak Vardı Anasını Satayım diye bir şarkısı vardı Şanar YURDATAPAN’ın.
“Püfür püfür bir vapurun yan tarafında, köprüde balık…” diyorsunuz.
-Aynen öyle. Şanar’a da selam olsun. Onlar tabii siyasi göçmen olarak gittiler. Uzun yıllar yurtdışında kaldılar. Tabii İstanbul’un bütün şarkıları ve türküleri olağanüstü. Annem benim ud çalardı, o yüzden İstanbul türkülerini çok çok severim. Özellikle Yârim İstanbul’u Mesken mi Tuttun? ezberimdedir.
Peki, şiir? Sis’ten başka günümüze daha yakın bir şeyler söyleyecek olsanız?
-Valla, Orhan VELİ’nin İstanbul’u Dinliyorum şiiri çok güzel. Onun dışında İstanbul Bir Dişi Orospu şiirini çok seviyorum.
Evet, onu ben de çok seviyorum. Çok güzel yazmış kim yazdıysa tebrik etmek gerek.
-İyi bir şiir bence. Başka düşününce… Bekle Bizi İstanbul var. Vedat TÜRKALİ’nin çok güzel bir şiiridir. Nazım’ın tabii çok hasret şiirlerinde İstanbul bol miktarda vardır. Bir tanesi de şeydir. “Bir vapur geçer Varna önünden, Nazım usulcacık okşar vapuru. Yanar elleri…” diyor ya. İstanbul özlemi çok yüksektir orada mesela, severim.
Yahya Kemal için İstanbul Şairi derler, siz ne düşünüyorsunuz?
-Valla ben… Futboldan anlamam, Yahya Kemal’den de anlamam.
Politik bir cevap oldu bu biraz.
-Taşlanmak istemiyorum.
Peki, o zaman ben de zaten politik bir cevap istemiştim.
-En güzeli evlat, inan bana.
Bu güzel röportaj için çok teşekkür ediyoruz. Çok keyifli bir saat geçirdim kendi adıma.
-Ben de bu güzel sorular ve inceliğin için teşekkür ediyorum kızım. Çok mutluluk duyarak cevapladım bu güzel soruları.
Son bir şey söylemek ister misiniz peki?
-İstanbul’u sevelim, deniziyle kalalım.
diyor Yelda KARATAŞ ve söyleşimizi burada noktalıyoruz. Butikten çıkmadan önce vişneçürüğü renginde bir ruj alıyor, gri de bir serseri işi çanta. Gülümsüyorum. Gülümsediğimi görünce bana da gülkurusu bir ruj alıp hediye ediyor. Butikten çıkıyoruz ve ayrılıyor yollarımız. Benimse ağzımda hala bu güzel sohbetin tadı…