Ulus Devlet İdeolojisi ve Özgürlük Talepleri Çatışıyor Mu?
Gündem

Ulus Devlet İdeolojisi ve Özgürlük Talepleri Çatışıyor Mu?


08 June 20255 dk okuma10 görüntülenmeSon güncelleme: 08 June 2025

19 Mart sonrası eylemlerdeki farklı ideolojilerin birlikteliği, düşüncelerin kaynağındaki çelişkiyi gözler önüne seriyor. Spinoza'nın felsefesi ışığında, bu birlikteliğin ne anlama geldiğini ve hakikate ne kadar uygun olduğunu sorguluyoruz. Ulus-devletin kutsallığına dayanan bir ideoloji ile devleti hedef alan özgürlük talepleri aynı zeminde yürüyebilir mi? İşte bu sorunun cevabını ararken, Spinoza'nın "Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine İnceleme" adlı eserinden yola çıkarak, düşüncenin doğasını ve hakikate ulaşma yollarını derinlemesine inceliyoruz.

Spinoza'nın Felsefesi ve Politik Çelişkiler

Spinoza'ya göre, doğru bir düşünce kendi iç yapısından doğar ve başka bir fikrin taşıyıcısı olarak işlev görür. Ancak 19 Mart eylemlerindeki bazı kesimlerin düşünsel konumları, bu zorunlulukla değil, rastlantısallıkla belirlenmiş gibi görünüyor. Bu durum, Spinoza'nın eleştirdiği "kulaktan dolma bilgi" gibi yüzeysel bir ilişkiye işaret ediyor. Peki, bu çelişki nasıl aşılabilir? Bir fikrin dönüşmesi için, o fikrin kendi nesnesi hakkında bilgi üretmesi gerekir. Ancak ulus-devletin kutsallığına dayanan bir ideoloji, devleti hedef alan özgürlük talepleriyle aynı zeminde yürüyemez. Bu yürüyüşte bir çelişkiden çok, doğaya aykırılık vardır ve eyleme de sürece de rengini vermesine izin verilemez.

Hakikate Ulaşma Yolları ve İmajların Büyüsü

Spinoza, doğru bilgiye ancak "şeylerin özüne ilişkin" bilgiyle ulaşılabileceğini söyler. Ancak günümüz politik zemininde, şeyler genellikle özleriyle değil, imgeleriyle temsil ediliyor. Yumruklar, sloganlar, semboller—ama neyin nesnesi olduklarına dair bir açıklık olmadan. Bu durumda, düşünce kendini değil, yalnızca etkisini üretiyor, yani politik olarak görünür olurken politik olarak açık olmuyor, bulanıklaşıyor. Bugün Spinoza’nın sorusunu tekrar sormalıyız: "Bildiğim şeyi neden bildiğimi biliyor muyum?" ve bu sorunun güncel karşılığını somutlayalım: “Yan yana duran eller(imiz)in hangi düşüncelerin taşıyıcısı olduğunu, bu düşüncelerin neyi mümkün kılıp neyi dışladığını biliyor muyuz?”

Dönüşümün Yolu: Kolektif Üretim ve Toplumsal İlişkiler

Spinoza'nın çizdiği yol, yalnızca hakikate uymayan düşünceleri elemek değil, düşüncenin hakikate nasıl uygun hâle getirileceğini de sorgulamakla ilgilidir. Eğer ülkücü düşünce, devletin kutsallığına mutlak bir sadakat içinde kurulmuşsa, bu sadece bireysel bir yanılgı değil, toplumsal ilişkilerin ürettiği bir bilinç biçimidir. O hâlde bu bilinci dönüştürmenin yolu, dışlayıcı değil, maddi-toplumsal koşulları dönüştürücü bir politik pratikten geçer. Spinoza’nın bilgiyi yalnızca bireysel değil, başkalarıyla birlikte edinilecek bir süreç olarak düşünmesi burada yol göstericidir: O gençlerin yanında, omuz omuza durmaktan değil, aynı maddi gerçekliği birlikte kavramaktan ve bu kavrayış üzerinden fikirleri dönüştürmekten söz etmek gerekir. Çünkü hiçbir fikir doğaüstü bir bağışla değil ancak başka fikirlerle çarpışarak değişebilir.

Spinoza’nın yöntem önerisi burada bir çağrıya dönüşüyor: Doğru fikir ancak başka fikirlerle birlikte üretilerek edinilebilir. Hakikat, bireysel bir aydınlanmanın değil, kolektif üretimin ürünüdür. Anlama yetisi, yalnızca tekil bir bilinç biçimi değil; toplumsal bir ilişki içinde, tarihsel olarak kurulur. Bu yüzden Spinoza, gerçek bilgiye ancak doğanın ve kendi doğamızın bilgisiyle ulaşabileceğimizi söyler—ve bu bilgi, başka insanlarla birlikte üretilmedikçe özgürleştirici değildir. 19 Mart’ta sokağa çıkan her bir beden, başka bir bedene çarparak düşünce üretme şansı buldu. Ama bu temas, hakikatin doğasına uygun bir işleyiş üretmediği sürece, düşünce değil yalnızca bir görüntü üretiyor. Tehlikesi de buradan doğuyor. Fikirler dönüşmeden kurulan her birlik, çatışmanın ertelenmiş biçimidir. Bozkurtla yumruğun yan yana geldiği yerde sadece ortak düşmana karşı değil, birbirine karşı da henüz verilmemiş mücadeleler var elbette. Fikirler aynı karede durabilir, ama aynı toplumsal talepleri taşımaz. Bu yüzden şimdi yapılması gereken, o görüntüyü alkışlamaktan çok, içinde hangi düşüncelerin işlediğini—ve hangilerinin çalışamadığını—görmek.

"Hakikat, yalnızca suretlerin çokluğu içinde kaybolur." Onu yeniden bulmak istiyorsak, fikirlerin taşıyıcısı olan o ellerin hangi nesnelere ve hangi tarihselliğe ait olduğunu, incelikli biçimde düşünmemiz gerekir. Belki o zaman, imajların büyüsüne aldanmaksızın, çelişkilerle birlikte düşünmenin ve çatışarak dönüş(tür)menin sahici bir politik-pratik ufkuna ulaşmış oluruz.